Yakın bir arkadaşıma biri, ülkenin batısında bir kentte “Nerelisin?” diye sormuş. “Diyarbakırlıyım” demiş. Göğsünü gere gere söyleyebilmiş.
Anlatıyor içtenlikle “Yıllar önce sorduklarında bu soruyu, çekinirdim yanıtlayamazdım. Şu anda ya çok ileri düzeyde demokratikleştiğimizden ya da artık çekinmediğimizden;Kürt olduğumuzu, Doğu’lu olduğumuzu açık açık ifade edebiliyoruz her yerde…
Neden çekinirdik? Ölen birçok insandan neyimiz fazla ya da eksik? Ben de ölebilirim, en fazla ölürüm. Artık neden korkayım ki? Üstelik ben aslımı inkar etme noktasına gelmişsem o zaman ölsem daha iyi değil mi?Evet, ülkenin doğusunda bir şehirde doğmuş, büyümüş ve yaşayan biri olmak çok zordur. O zaman siz hem bir sempatizan, hem potansiyel bir örgütçü hem de bir Kürt milliyetçisi olarak tanımlanabilirsiniz çünkü. Şuna tanık oluyorum, yurt dışında kendi milletinden kökeninden ayrı yaşayan insanlar, kendi kültürüne, inancına daha çok sahip çıkıyor. Merkezinde yaşayan biriyse çok fazla dışarıdan bakamayabiliyor olaylara, durumlara. Göremeyebiliyor yanı başındakinin acısını ve bir köyün boşaltılmasından dolayı kenti göç alıp da her yer gecekonduyla dolunca, çekip gidebiliyor daha konforlu, daha güvencede yaşayabileceği bir başka kente… “
Geçmişte yatılı bir köy okulunda ilk ve ortaokulu okumuştu arkadaşım. Yaşadıkları onda derin izler bırakmıştı. Bunu bakışlarından anlayabiliyordunuz. Gariptir ki aynı kentte yaşamış biri olarak aranızda farklılıklar oluştuğunu görmek utandırabiliyordu sizi. Hatta ben de aynını yaşasaymışım da ortak olsaymış acımız diyesi geliyor insanın. Aslında buna benzer örnekler çok çok fazla.Örneğinbenim ailem okulda zorluk çekmeyelim diye sadece kendi aralarında Kürtçe konuşurdu. Biz çocuklarla ise Türkçe. Okula başladığımızda Türkçeye hakimdik. Şehrin en iyi semtinde yaşadık. Ve bu kesim birçok imtiyazın sahibi olabiliyordu. Çocuklarına kendileri farkında oldukları halde hissettirmeden okul dilini öğretmek. Dışarıda benzer çocuklarla arkadaşlıklar kurmak.. Sonra da okullarına, siyah önlükleriyle mutlu (!) bir robot edasıyla devam edebilmek. Büyüyünce Kürtçeye egemen olamayışımızın verdiği eksikliği hissettik. Arkadaşım ise okulda Kürtçe konuşulmamasının zorluğunu ve eksikliğini net olarak yaşamış. Köy içersinde Kürtçe konuşanların adları alınıp ertesi gün bunun hesabı okulda dayakla ödetilmiş çünkü. Hem de “öğretmenlerce”.
“Bir dilekçe bile yazmayı bilmeyen öğretmenlerin eseriyim ben”dedi arkadaşım. Dayağı “eğitim yuvasında” öğrenenlerdenim. Sınıfa gelen bütün sopaları kırıp yok ederdim ama gene de kurtulamazdım dayak yemekten. Bir sopa deposu var okulda galiba diye düşünürdüm. Hemen yenisini bulup çıkarırlardı çünkü. Beni ıslah etme çalışmalarının ardında gizli bir sevgi de yatardı aslında. Çünkü bilirlerdi ne kadar dürüst ve dosdoğru bir çocuk olduğumu. Bana güvenen yöneticilerimiz vardı. İşin içinde ben varsam kurtulurdu diğer arkadaşlarım da. Ama yine de vazgeçmezdim bildiğimi okumaktan. Kaldı ki düşünmenin engellenemeyecek bir eylem olduğunun farkındaydım. Oysa asıl sorun düşündüğünü ifade etmektir. Ben de bunu yapmayı sürdürürdüm hep… Örneğin beden eğitimi derslerinde sağ sol diye asker yürüyüşü yapmak kafamı sağlam tutar mı? Neden andımızı bu kadar ısrarla ezberletmek istiyorlar? Demek ki ayak diremeliyim. Bir gün bir resmi bayramda filama taşımamı istediler, “Hayır!”dedim. Dört hoca birden beni idare odasına kapayıp güzel bir ikna girişiminde bulundular. Sonunda galip gelen onlar oldu. Şu anda güzelce çerçeveletilmiş bir fotoğraf karesinde, filama taşıyan bir pozum var vitrinde duran.Aileme anlatsaydım onlar bana “İtaat et!” diyeceklerdi. Hatta “Sen çocuksun sus!” da diyeceklerdi. İyi de neden susayım yahu! Susmamak için anlatmadım.. Ailem de haklı kendilerince. Çünkü onlar beş vakit namaz kılan insanların gerçek müslüman olduğunu sanan, sakal bırakanları gerçek din adamıdır diye düşünen, hacılar hocalar ne derse doğrudur belleyen, kendi kutsal kitabını başkalarının ağzından dinleyen bir ecdadın mensuplarıdır. Okumuyorlar. Ben de okumuyorum artık. Bir gün “Mem û Zîn” ‘i okuyordum diye dayak yemiştim. Şimdi bu yasak kalktı da ne oldu? Değdi mi? Ben şimdi ne okuyacağımı bile bilememe noktasındayım. İyi de bunca şiddet neden? Neden insanların içinde bu kadar birikmiş? Ben bu zihniyete karşıyım!” dedi ve güldü arkadaşım.. Hala umutlu çünkü…
Yıllar önce Çanakkale Savaşı konulu bir sempozyumda şöyle bir olay yaşanmış. Katılımcılardan biri “Biz hepimiz birlik olup bu vatanı kurtardık. Çanakkale’de bir sürü şehidimiz yatıyor. Benim çok yakın iki Kürt dostum da var. Yani sorun yok. Nerden çıkıyor bu husumet?” deyince diğer bir katılımcı söz alıyor: “Çanakkale’de dedelerimiz yatmasaydı da şu an da bizler İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan olup huzur, refah içinde yaşardık. Oh mis gibi! Ayrıca dil sorunumuz da olmazdı. İngilizce anlatırdım derdimi ve el üstünde tutulurdum”…“Ne yani”demişler, “Şimdi sen mutlu değil misin bulunduğun yerde?”“Hayırmutlu değilim” demiş. “Dedelerimiz büyük aptallık etmiş. Çanakkale’de ne işin var senin dede? Üstelik bir büyük dede de yolda bir şeyhin izinde trafik kazasına (!) kurban gitmiş. Yani şimdi torunların ceremesini çekiyorlar, olmadı dede! Ruhunuz şad olsun!” …
Bunun üzerine apar topar ağzı kapatılıp salondan atılıyor bu sözleri eden katılımcı.
Öyle çok soru geliyor ki aklıma. Geçmişi pek parlak olmayan bir halkın geleceğini güzelliklerle donatabilir miyiz?
Bugün gelinen nokta yaşanmış bir çok acı deneyimlerin eseri değil midir.
Böylece devam etsin mi durum? Sonraki kuşaklara da mı yansısın geçmişin ve bugünün izleri!
İnsan haklarına, insanı insan yapan temel değerlere saldırılması kime ne yarar getirir?
Barış olur mu dersiniz? Gerçek anlamda bir barıştan söz ediyorum.
Önümüze başka bir savaş seçeneği sunulma olasılığı daha yüksek değil mi?…
Halkların içlerinde biriktirip barındırdıkları bu kin deryası nasıl aşılabilir?
Ve statükonun sürmesi üzerinden gelişecek bir ‘şeye’ gerçek anlamda barış diyebilir miyiz?
Bir yanıt bırakın